Archive | Mart 2013

Kurma Bebek

Kurma Bebek

haykırabilir insan
korkunç yalancı, korkunç yabancı bir sesle
“seviyorum” diye
bir adamın güçlü kolları arasında
güzel ve sağlıklı bir dişi olabilir

deriden sofra bir gövdeyle
iri sert iki memeyle
bir sarhoşun, bir delinin, bir serserinin yatağında
kirletebilir insan bir aşkın masumiyetini.
kurnazca aşağılayabilir insan
şaşılası her bulmacayı
sadece bir tek bilmecenin çözümüyle uğraşabilir
sadece boş bir yanıtın bulunuşuyla avunabilir
boş bir yanıt, evet beş yada altı harflik.

bir ömür diz çökebilir insan
öne eğik başla, soğuk bir türbenin eşiğinde
bilinmez bir mezarda tanrıyı görebilir
değersiz bir kaç bozuklukla inanabilir
bir caminin odacıklarında çürüyebilir
mezar duaları okuyan bir ihtiyar gibi
bir sıfır gibi, eksilmede, arttırmada, çarpımda yahut
hep aynı sonuca varabilir

kahrının kozasında senin gözlerini
eski bir ayakkabının uçuk düğmesi sanabilir
su gibi kendi çukurunda kuruyabilir insan.
bir anın güzelliğini utangaçlıkla
gülünç şipşak bir resim gibi
sandığın dibinde saklayabilir
boş kalmış çerçevesinde bir günün, insan
bir hükümlü, bir yenik, yahut
çarmıha gerilmiş birinin resmini koyabilir
bir duvarın yarıklarını suratçıklarla kapatabilir
daha anlamsız resimlere karışabilir.

kurma bebekler gibi olabilir insan….

Kurma Bebek’ten..
Füruğ Ferruhzad
photo by Martine Franck

I’m new here

I did not become someone different
That I did not want to be
But I’m new here
Will you show me around

No matter how far wrong you’ve gone
You can always turn around
Met a woman in a bar
Told her I was hard to get to know
And near impossible to forget
She said I had an ego on me
The size of Texas

Well I’m new here and I forget
Does that mean big or small

No matter how far wrong you’ve gone You can always tournaround

And I’m shedding plates like a snake
And it may be crazy but I’m
The closest thing I have
To a voice of reason

Turnaround turnaround turnaround
And you may come full circle
And be new here again

Nuh’a Gemi Resimleri

Nuh’a Gemi Resimleri

Nuh’a Gemi Resimleri

ı
gençtim şiire hevesim vardı
büyük sözlerden utanmıyordum henüz
alnım kırış kırıştı daha o yaşta
bir nalbant çırağı kadar sıkıntılıydım
atların toynaklarını yonta yonta
çöl gemileri yapıyordum
uçan gemiler
bej üstüne lacivert duygular
bırakan ruhumda
yelkenlerine su renginde atlar koşulmuş
içimizin karanlığından türemiş
sayısız hayaletin
mağripli cinlerin isimsiz ifritlerin
kum üstünde iterek yürüttüğü
can sıkıntısı ve boğuk neşidelerle yüklü
sahra gemileri
kaleleri yıkan
şehirleri ehramları yutan
şiir sefineleri…

ıı
eğilip taşgemiden bakıyorum şimdi
bozbulanık akşam saatlerinden geçen
silinmiş istim almış – iskelede
bekliyor gemi
çelik kasların sabrıyla öyle masum ve davetkâr
bütün yükümüzü almaya hazır
yüzlerimizi çukurlaştıran hüznü
zırhlarımızı ağırlaştıran
önce kuşlarımızı uçurup dallarımızı budayıp
gövdelerimizi soyan
sonra her boya uygun
bir çarmıh mıhlayan.
(çarmıh mı dedim, bağırdım mı?
bunu yolcular duydu mu?
göğüslerine indirip kafataslarını
mahzende uyuklayan şehirliler:
mezar komşularımız
beşkırkbeş vapurunun lahûtî figürleri
şişko tezgâhtarlar ebedî kızlar daktilolar
terziler hünsa çıraklar simsarlar
memurlar kâhinler duahanlar
gözlemci melekler
ve öteki ruhaniler

ufuktan belâlanmış kavimler geçiyorlar
yoksul günümüzün dumanları içinde
kaynıyor yukarda kazan
kaynıyor ve taşıyor – melekler
sirkeciye açılan sokaklara boşaltıyorlar onu
insan eti kokan ucuz otellerden
piyango gişelerinden plakçılardan
sızan cinneti
yarı bizans yarı taşra kılan akşamı
bu borulara üflenen dakikalar
kanallardan üstgeçitlerden taraçalardan
toprağın altından, ta yedi şehir aşağılardan
sızan fışkıran akan şehirliler
mezar komşularımız

ne serin avlularda göç-ricat hutbeleri
ne inzarcı divaneleri kavmin
ne de ‘şehrin ta ucundan koşarak gelen haberci’
hiç biri

uykunun karanfil kokulu
şerbetiyle ıslanmış bıyıkları
şehre inince küçülen omuzları
ve sıkılgan elleriyle
insanın dayısına benzettiği
köylüler de yok artık
hepsi geminin karanlık mahzenine gömüldü
topkapı minibüsleri yuttu onları.

ııı
nasıl da tükenmişiz biz yolcular
mağrur perçemlerimizden tutulmuş
göğüslerimiz kurumuş
erimiş hançeremiz
göz oyuklarımıza
batan şehirlerin kumu dolmuş

asık suratlarla geçiyoruz koridorları
yorgun / inançsız
günbatımının tabanıyla ezilmiş
gözden çıkarılmış
peygamber katleden kavimler gibi

ve eriyip akıyoruz
sulardan dışarı
yorgun develerimizin
biçimsiz atlarımızın üzerinde
mağlup omuzlarımıza sitemle
göğün ağırlığını indiren
gözdağı veren
meş’um çığlıkları içinde
sahra kuşlarının

ıv
oturmak istiyorum
biraz sıkışır mısınız
bakın ellerim dolu
ellerim ceplerim ve kafam
yolcuyum/sorulur mu/nereye gidiyor bu gemi
biraz sıkışır mısınız

ruhumu kurtarmaya çalışıyorum
dualarla perhizlerle susarak somurtarak
ve gizlenerek kıyı bucak
– biz zavallı küçük sırlar –
biz zavallı sırlar
(küçük)
biraz sıkışır mısınız

öleceğim, efendim
bir gün mutlaka öleceğim
ama beşkırkbeş vapuru
– kim durdurabilir onu –
beşkırkbeşte kalkacak yine
biraz sıkışır mısınız

günahlarım
tövbelerim sadakalarım
heveslerim erdemlerim başarılarım
kâğıtlarım muskalarım madalyalarım
traşlı fotoğraflarım traşsız fotoğraflarım
ruhum cesedim göz yaşlarım
burda büyüğüm burda küçüğüm
burda büyüğüm
buraya sığarım buraya
sığarım buraya sığarım
biraz sıkışır mısınız biraz
sıkışır mısınız
biraz
sıkı
şır


n
ı
z

v
kalkıp bazı fikirleri bazı hacimlere
koymam gerekli
aklı sicimlerle bağlamam
kamçılamam kamçılamam
günlük hayatı balkondan yuvarlamam
delilleri yok etmem hatıraları yakmam
gerekli

gidip kâtipleri
muhasipleri uyandırmalı
karıncaları yuvadan çıkarmalı
gemiye katılsınlar

su/kereste
ve uzaklık
taşısınlar

bal güğümünü borazanımı
baltamı eşeğimi
ve önsezisini eşeğimin
almam gerekli

önce
‘gemiye bakmak’ için
su
ağaç
ve derinlik

sonra
‘gemiden bakmak’ için
susuzluk
ve
m
i
n
a
r
e


düşünceyi kaptan köşküne koyuyorum
hayâlgücünü güverteye
uykuyu yelkenlere
ve ölümü dümene

sonra inip gemiye kıyıdan bakıyorum
ve bu fazlasıyla insanbiçimli
inkâr yüklü gemiyi
gaz döküp yakıyorum

şüphe’yi abesle azdırılmış zekâyı
o cam gözlü geometriyi
bin başlı levyetanı
kabaran sulara salıyorum
– biraz hafiflesin diye gemi –
sonra kırk yıl peşinde dolaşıyorum onun

ve inançla zıpkınlaya zıpkınlaya
sonunda, ‘iyi huylu’ bir merak
türetiyorum ondan
ilham’la yürüyen bir dağ,
yaklaştıkça gizemlenen ada:
yollarda bulunan
ve yollarda yitirilen ithaka

uykuyu çocuklara ayırıyorum
gençliği annelere babalara
umudu gemiden bakanlara bırakıyorum
korkuyu kıyıdan bakanlara
tufanı kendime ve biletsiz yolculara

Cahit Koytak

Calligraphy on the Human Body by Ronit Bigal

Ronit Bigal is an Israeli artist who designed these beautiful pictures and this series united under the term “Scripture II Body.” Taking passages from the Bible written on the human body, these images show the curves and such of calligraphy and abstract landscapes.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Yasemin Pulat – Sana yazdım

Karda, kışta, zorda; baharında yazında mevsimin, sana açtım çiçeklerini içimin, hep sana soldum sonra…
Hep sana üşüdüm ayazında bu aşkın, ben bu şehrin yağmurundan hep sana aktım…
Sana doldu gözlerim şarkıların en acıklı yerlerinde;
sana bağırrdım avaz avaz, sana sustum…

Seni düşündüm yarımında, eksiğinde zamanın;
sana küstüm kimse bilmeden, kimse bilmeden seninle barıştım.
Ben bütün papatyaları sana yoldum! Bildiğim bütün küfürleri sana ettim.
Sana yandım, sana soğudum, sana söndüm.
Ben bütün yollardan sana gittim, sana döndüm…

Ben hep sana yazdım ya, bütün soru işaretlerini, bütün virgülleri, bütün ünlemleri, bütün noktaları sana koydum.
Sana açtım bütün parantezleri, bütün parantez içlerini seninle doldurdum.
Ben sana, ben hep sana, ben bunu da sana yazdım…
Ben sana yazarken her şeyi, sen başka baharında mevsimin, başka zamanında hayatın, başka düşlerin, başka kolların, başka acıların koynunda, yatağında en arsız sevişmelerin;
ben sana durdum ayakta, sana düştüm…

Sana saydım yok oluşlarımı ve yeniden do?u?larım?.
Ben bütün yaralarını içimin, sana sardım…
Sana topladım dağılan parçalarımı dağıldıkları yerlerden; sana hastalandım sana iyileştim.
Sana fırlattım oklarını hayallerimin; seni hedef aldım, seni Iskaladım, seni vurdum, sana kızdım, seni affettim.
Sana içlendim, sana sabrettim; ben sana, ben hep sana, yine sana yazdım.

Ben sana yazdım ya her şeyi; aşk?, ayrılığı, en karasını cümlelerin, en kanlısın?, en ihtiraslısın?, en yaralısın?, en acısını hatta en a??rın?.
Ben uyutmak için bazen içimin canavarların?, bozmak için aşkın kara büyülerini, yakmak için bazen sana ait kelimelerini dilimin, tuz basmak için tenimin senden kalan yerlerine; uyuyabilmek için, uyanabilmek için, unutabilmek için, unutamamak için, acıtmak için bazen senin de canın?, sana yazdım…

Var olmakla yok olmak gibi, kaçmakla yakalanmak gibi, iyiyle kötü gibi, melekle şeytan gibi, atmak gibi kendi uçurumlarından kendini ama ölmemek gibi, ölememek gibi.
Aşk; ne karmaşık bir şeydi…

Cam ile Taş

Cam ile Taş

Cam ile Taş

Gözlerinle dilin arasına gerili uçurumu seviyorum.
Kekeme özgürlüğünü seviyorum.
Susuşundaki hıncı seviyorum.
Kalbinde ürperen kışı seviyorum.

Ellerindeki bilge zamanı
denizi yağmurdan korumaya çalışan
çocukluğunu seviyorum.

Alnın masamızda dört mevsime ufuk
dudaklarında titreyen zamanı seviyorum.

Yürüyorsun ya kalabalık
dönüp bir daha bakıyor kendine
boyunda çiçeklenen yedi rengi seviyorum.

Her damlası ayrı bir hayat, ne bilsin yüzüne düşmeyen
gözlerindeki yaşı seviyorum.

Beni uzaklaştırmaya çalışırken aklından geçenleri seviyorum.

Kalbinden gövdene yürüyen utangaç karıncayı seviyorum.

Ses nasıl menevişleniyor susunca ağzında
ağzından gelecek her sevinci, her azabı seviyorum.

Gece ışıklarından topladığın o evler esrarını seviyorum.

Susmanın da bir dili var elbet
teri yastığına sızan rüyanı seviyorum.
Uyandığın sabahlardan başka bağım yok dünyayla
odalara ömür veren gövdeni seviyorum.

Yürümediğin sokaklar nasıl da göz göz
bekleyişteki o mucizeyi seviyorum.

Serçe parmağındaki lekedir yerim, kalabalığın uyumuna inat
hayalin gerçeğe değdiği yeri seviyorum.

Ölümdür en büyük zaman, bilmez takvim gezenler
bir iç çekişte yanan hayatı seviyorum.

Bizden büyük tanrısı yok yalnızlığın
Getirdiğin hevesi götürdüğün inkârı seviyorum.

Evlerdesin
Dışarılar hüzün
Eşyalar ayakta
Senden ayrılanı seviyorum
Sana kavuşanı seviyorum.

Uzun cümlelerle konuşuyor kalabalık
Bir sözcüğe sığdırdığın dünyayı seviyorum.

O gölgenin taş dibinde bir çürüme bilinci
Hükmüm yok bahçende diyorum
Üstüme elediğin şefkati seviyorum.

Dişlerinin arasında bir İshak Kuş’u
Eğiyorum ya başımı
Çaresizliğime tutuğun aynayı seviyorum.

Bir gün bir kötü haber birimizden
Kalanın diline gelecek ilk sözü
Arayacağı ilk insanı
İlk gece yapacağı her şeyi seviyorum.

Şükrü Erbaş

“Mutsuzluğumdan Bahsetmek İstiyorum”

“Mutsuzluğumdan Bahsetmek İstiyorum”

Belki ölürüz mutsuzluktan.

Sahi ölünüyor mu Tanrım mutsuzluktan ?
Kıvrılırken gözyaşlarımız, dudaklarımızın ucuna,
Dolanırken dilimize, söyleyemediklerimiz,
Her gün ucuzlaşırken, yorgunluğumuza biçtiğimiz değer.
Bir avuç toprak bile etmezken, bir ömür feda edip beklediklerimiz…

Bekliyorum sevgilim…
Yarın gibi seni.
Bekliyorum uyanır uyanmaz seni..
Seni sevgilim, doğurmama az kalmış gibi, her an..
Sancılarım dayanılmaz hale gelse bile gelmeyeceğini bile bile..
Bekliyorum, ısrarla seni..
Defalarca kez izlenmiş bir filmin sonu gibi.

Sahi mutsuzluktan ölünüyorsa Tanrım, ben müsaitim Salı günleri.

Baharlar geçti sevgilim…
İki Bahar, biri bakire.
Temmuz’lar geçti, birinin kızıl sakalları..
Doğum günleri geçti.
Fotoğraflardan göz kırptı soğuk Kasım’lar.
Şişeler boşaltıldı sevgilim, bir adamın penisinden bir kadının vajinasına.
Ya da ağzından bir kadının, bir adamın kursağına..
Gece yarıları geçti..
Yalnızlığına aldırış edilmedi sokak lambalarının, el ele yüründü sevgilim..
Yüzümü eğdim.
Çıkarmadım sesimi.
Ben,
Seni,
Terkedilmiş,
Bir,
Tanrı,
Gibi,
Bekledim.

Sahi Tanrım bu kadar uzun mutsuzlukları yakıştırıyor musun sen üzerimize ?

Nursen Yıldırım

Ki ben Azrailim bu aralar kimse ölmüyor…

Ki ben Azrailim bu aralar kimse ölmüyor...

Ben bir şiir yazarım şimdi,
Adı özlem olur, ayrılık olur, kaybediş olur, yalnızlık olur, çaresizlik olur, sitem, öfke, acı, kan olur, ölüm olur..

Aşk olmaz ama..

Ama mutluluk olmaz, huzur olmaz, umut olmaz, iyimserlik olmaz, şükür olmaz, beyaz hiç olmaz.

Daha samimi olayım mı ?

Ben şimdi şiir falan yazamam .mk…

Hıçkırabilirim,
Dişlerimi sıkabilirim..
Şu rakı bardağını kavrayıp sıkıca avuçlarımı paramparça edebilirim,
Sigaramın biri sönmeden diğerini tutuşturabilirim,
Kaderimin hayatımın kıçında gözü varken ancak bu kadarını yapabilirim,
Köşe bucak kaçabilirim..
İnsanlardan en çok,
Tuhaf bakışlarından, gereksiz sorularından tüm “nasılsınlardan” mesela,
Bana kötü olduğumu hatırlatan ne varsa hepsinden kaçmaya çalışırım..

Ölmeye çalışmak olur bu biraz.. Annemi sevmiyor olsam bin kere denerim.

İnsanın kendini çözememesi kadar kötü birşey yok bence.
Ne istiyorum ?
Kiminle, nerede olmak istiyorum ?
Kimi hatırlayamamak ?
Kimden kurtulmak ?
Bilmiyorum..

İçim ama tuhaf..
Hani gırtlağı kaşınır ya insanın öksürüğe boğulur öyle..
Acelem varmış gibi hep,
Garip bir telaşla yaşıyorum uzun zamandır,
“Bitse de gitsek”
Ne bitecek ?
Bilmiyorum..

Sığmıyorum hiç bir yere,
Sığınmak da istemiyorum kimseye..

Durduk yere kirpiklerim sırılsıklam..
Hemen ardından dudaklarımda şapşal bir tebessüm.

Herşey şu cümlede saklı aslında;

“Sırtımı dönsem birine, özlüyorum..
Yüzümü dönsem nefes alamıyorum.”

Ne bir adım geri ne bir adım ileri..
Ne gidecek yürek,
Ne kalacak cesaret.

Korkuyorum lan.. Vallahi çok korkuyorum aklım çünkü kayboluyor arada
düşündüklerimin arasında.. Bir gün bulamamaktan korkuyorum..

Beni ben kadar iyi tanıyan insanlar bile garipsiyor artık,
Süresiz susuyorum çünkü bazen farketmeden,

Ki ben denizim,
Esse rüzgar dalganır, köpürür, çoşarım..

ben Azrailim
Fırtına kopuyor,
Dinginliğim çoğalıyor..

Ki ben Azrailim bu aralar kimse ölmüyor…

Nursen Yıldırım